18 Eylül 2010 Cumartesi

FAVORİ

Derbilerin favorisi olmazmış. Kim diyor?
Ben demiyorum ama var diyenler.
Gazeteci-spor yorumcusu öyle diyenlerin bazıları.
Bence biraz kaytarıyorlar. Risk almak istemiyorlar. Bir kazanan belirtmenin aynı zamanda bir kaybeden tayin etmek olduğunu biliyorlar ve bundan rahatsızlar.
Yanılmaktan korkuyorlar. Korkuyorlar demeyelim de çekiniyorlar sanki. Yapacakları bir hatanın ileride aleyhlerine delil olarak kullanılabileceğini hesaplıyolar. Politikler.
Cümleleri yuvarlak, sonları 'ama'larla bitiyor. Ne şiş yansın, ne kebap'çı onlar. Hazır cümleleri var bu politik gazeteci-yazarların: Daha çok isteyen kazanır! Bu maçların motivasyonu farklı olur! gibi. Ama şahsen en favorim: Üç ihtimalli bir maç! önermesi. Ufkumu açtıkları, beni aydınlattıkları için minnettarım onlara.

Ben öyle demiyorum. Yani ben 'Derbilerin favorisi olmaz!' demiyorum. Ben aksini söylüyorum. 'Derbilerin favorisi olur!'diyorum.
Kaldıki bu, sadece futbola,derbilere özel, olağanüstü bir şey de değildir. Her spor müsabakasının favorisi olur. Her satranç, voleybol, basketbol, tenis, curling, su topu, güreş, uzun atlama, yüksek atlama, binicilik vs. müsabakasının favorisi olur. Zira her sporda daha formda, daha hazır, daha iyi biri veya birileri, bir takım olur. Ve bu hiç de sanıldığı ve korkulduğu kadar anormal bir durum değildir. Diğer yandan spor müspet bir bilim dalı olmadığından, bu favoriler de değişkenlik gösterir. Biz buna sporun 'Sana göresi-Bana göresi' teoremi diyoruz. Bu teorem sporun en mühim cazibe noktalarından biridir. İnsan mıknatısıdır!
Herhangi bir spor izleyicisi, bir taraftar olarak benim beklentim şudur: Herkes kendi favorisini, kendi tahminini seslendirir veya yazıya döker. Utanmadan. Çekinmeden.
Ardından herkes tezini çeşitli örnek, görüş, yaşanmış deneyim ve hatta belgelerle destekler.
Tüm bunlara karşı çıkanlar da aynı yöntemlerle neden karşı olduklarını ifade eder. Ve sistem böylece işler, gider.
Beraberlik seçeneğini işaretlemek de geçerlidir. Zira beraberlik de bir sonuçtur en nihayetinde.
Belki yazar-yorumcu kişinin bir müsabaka hakkında gerçekten bir tahmini, bir fikri yoktur. Bu durumda bilgisayarımız 'Bilmiyorum!'cevabını da kabul eder. Ve bu da hiç anormal değildir. Ayıp hiç değildir!
Önemli olan fikir beyan etmekten korkmamaktır. Risk alabilmektir.
Sonuçta en fazla ne olabilir ki? Kişi, gazeteci-yazar yanılır. Eeee?

Sonuç olarak 'Derbilerin favorisi olmaz!' önermesi en az 'Milli takımı tutuyorum ben!' beyanı kadar anlamsızdır.

17 Eylül 2010 Cuma

ZEMİN

Beşiktaş İnönü Stadı gerçekten şahane.
Manzarası, gördüğü,geçirdiği...Kazandığı, kaybettiği...
İnönü insanı heyecanlandırıyor. Daha evdeyken başlıyorsun heyecanlanmaya. Yolda daha da heyecanlanıyorsun. Varınca artık başka bir yerde olduğunu anlıyorsun. Orada olmak dışında her şeyi unutuyorsun.
Kostümlü bir balodur sanki futbol maçları. Yılın favori renkleri hiç değişmez. Tema aynıdır ama markalar farklı.
Umbro, Reebok, Adidas, Puma...
Lüks kafeler, restoranlar yok. Zaten tok gidiyorsun. Çok acıkırsan tükürük köftesi yiyiyorsun.
Guy Ritchie'nin çektiği bir futbol filmi Beşiktaş İnönü Stadı. Siyah-Beyaz!
Futbol Mabedi denir ya,tam da öyle bir yer İnönü. Gelenler futbola,takımlarına,oynayanlara tapıyorlar adeta.
En büyük stat değil belki. Tuvaletleri amonyak kokuyor hala. Ama atmosferi yoğun. Bıçakla kesilebilecek kadar hem de.
Koltukları rahatsız. Koltukları pis. Zaten kimse oturmuyor.
Tribünleri ısınmıyor ama kimse de üşümüyor. Kar yağıyor,insanlar çıplak.Kimse aldırmıyor.
İnönü eksik belki.
Kusurları var,evet.
Lakin fazla olduğu yönleri kapatıyor o eksikleri,kusurları. Örtüyor.
Birde bir zemin var İnönü'de son günlerde. Yeni bir zemin ama çoktan eskimiş gibi. Çim diyorlar fakat yeşil bile değil. Zaten çim gibi de kokmuyor.
Sarı gibi çokça. Beyaz diyen bile olabilir.
Delik deşik. Kötü niyetli. Tehlikeli hatta.
Şeref Stadı'na benziyor. Otel oldu Şeref Stad'ı. O da Boğaz manzaralı.
Top oynanamıyor o zeminde. Oynamaya çalışanlar, oynamak için toplananlar şaşkın.
Top bile şaşırıyor haline. Olmadık yerde zıplıyor, yönünü değiştiriyor. İtaat etmiyor en önemlisi!
Hesaplar karışıyor o zeminde. Yetenekler köreliyor. Oynanan, oynayanlar sıradanlaşıyor.
Kötüler kazanıyor. Çirkinler seviniyor.
Büyü bozuluyor, perde kalkıyor.
İnönü, herhangi bir yer oluyor!
Herhangi bir yer olmak İnönü'ye, Beşiktaş'a hiç yakışmıyor!

25 Nisan 2010 Pazar

ANA-AVRAT

Suçu hep başkasına atmak.
Hep bir mağdur hali içinde olmak.
Hep bir yakarış, hep bir öfke.

Bunun psikoloJide bir karşılığı var.
VİKTİMİZASYON!
Kendini KURBAN ilan etmek!

Spordaki, taraftarlıktaki karşılığını dün akşam BJK İnönü Stadyumu'nda gördük.
Dünyanın en güzel manzaralı stadyumunda, çok çirkin bir manzaraya şahit olduk.
Görsel bir eziyetten ziyade, işitsel bir rezalet demek daha doğru olur.
İnsan olanın çok utanacağı bir akşamdı.
Ben de insanım, çok utandım.
Yalnız olmadığıma da eminim.
Umudum bundan.

Dünyaca ünlü olduğunu konuştuğumuz, desibel şampiyonu, adını kimi zaman AYASOFYA, SULTANAHMET CAMİİ, PERİBACALARI, PAMUKKALE TRAVERTENLERİ, EFES HARABELERİ yanına yazdığımız, ulusal ve uluslararası gururumuz, BJK ÇARŞI TARAFATAR GRUBU!
Dün akşamki işitsel işkencenin, ayıbın altındaki imza buydu.
BJK ÇARŞI TARAFTAR GRUBU!
Marka ismi bu.
Peki marka değeri ne?
Dün akşam BJK İNÖNÜ SSTADI'NDA 90 dakikalık bir futbol müsabakasının yaklaşık 70 dakikası KÜFÜR vardı.
TFF, TFF BAŞKANI, ERMAN TOROĞLU, FB SPOR KULÜBÜ ve FB SPOR KULÜBÜ BAŞKANI AZİZ YILDIRIM.
Küfürlerin odak noktası bunlardı, onlardı.
Küfürler bu isimleri, bu kurumları adres gösterdi.
Ben bu ağzı bozuk koronun yaptığını bir türlü anlamlandıramıyorum, sindiremiyorum, kabul edemiyorum ve asla sevemiyorum.
Hiç de yakıştıramıyorum. Zamanında KÜRESEL ISINMAYA, SATANİZME karşı çıkanlar, ANA AVRAT küfürler ettiler dün akşam. Küfür etmeyenleri de dışladılar, suçladılar.
1.1 saat boyunca!
Yorulmadan, utanmadan, düşünmeden.
Bir gün önce 23 NİSAN'dı üstelik.
Ne önemi var ki? 23 Nisan bir gündü, geçti. Unutuldu hemen çocuklar, 23 Nisan teması.
O çocukların bir çoğu kucaklardaydı babaları, amcaları, abileri, dayıları küfür ederken.
Belki anneleri de oradaydı.
Küfürler yağdırdıkları, taciz ettikleri kurumların, insanların yaptığı pek çok şeyi ben de onaylamıyorum. Pek çok konuda yanlış yaptıklarını ben de düşünüyorum.
Ne tuhaftır ki, tepkimi bağıra bağıra küfür ederek vermeyi aklımdan bile geçirmiyorum.
Herhalde ben de bir eksiklik var, erkekliğimde.

Benim merak ettiğim, şuursuzca küfür eden bir taraftar topluluğunun, bir spor müsabakasının kazanılmasında, ne gibi bir faydası olabilir?
Bunun bir şeyi çok sevmekle, taraftarlıkla, sporla ne gibi bir ilgisi olabilir?
ATATÜRKÇÜLÜKLE, MÜSLÜMANLIKLA?
Ne faydası var ne de ilgisi. Zaten konu da bu.
Müthiş bir mantıksızlık var bunların yerine, müthiş bir bencillik.
Körlük, gaddarlık.
Ve çokça ALKOL!
Ben stadyuma girerken ALKOL TESTİ yapılması gerektiğini savunuyorum.
Araç kullanması yasak olan insanların, bir spor müsabakasını izlemeye de hakları olmamalı.

Onlara sorsak, DELİKANLILIK bu yaptıkları. BEŞİKTAŞLILIK DURUŞU onlara bunu yaptıran, Yani dakikalarca ANA-AVRAT küfür ettiren.
Anaları-avratları-kızkardeşleri-kızları izlerken hem de.
Protesto haklarını kullandılar. Sabırları taşmıştı artık!
Bu yapılanların adı protesto olamaz. Bu bir hak olamaz. Sabır bu kadar taşamaz.

Bu tezin, karşı tezi 'Ama her yerde oluyor bunlar' olacak eminim.
Ben de onu diyorum, olmasın diyorum.
HEPİNİZE İYİ PAZARLAR diliyorum!

23 Nisan 2010 Cuma

BEŞİKTAŞ'LILIK HAREKETİ!

Görüyoruz ki BJK yönetimi TS ve FB maçlarında BJK aleyhine yapılan hakem hatalarına çok içerlemiş.
Çok içerlediklerini yaptıkları olağanüstü demokratik, medeni, aklı başında ve düzeyli basın açıklamalarında belli ettiler.
Ağızlarına sağlık!
Birçok kurumu, birçok insanı ve bir sürü olayı ŞİDDETLE kınadılar.
Yine de BOZULDUKLARI belliydi.
Nasıl bozulmasınlar?
Hepsi koca koca adamlar. Hepsi hepimizden daha BEŞİKTAŞLI.
Pahalı takım elbiseleri, şal deseni kravatları var.
ŞEREF tribününde otururken taktıkları bir örnek kaşkolları var.
Birçoğu DOLAR MİLYONERİ.
Hepsi iş-güç-kariyer-statü ve daha da önemlisi İKTİDAR sahibi.
Gecelerini günlerini sağlıklarını feda ediyorlar BJK için.
Eşlerinden BJK uğruna boşananlar var.
BJK sayesinde evlenenler de.
Dile kolay harcarken, hatta çar-çur ederken kimseye hesap vermedikleri çoook milyon yuroluk bir bütçe yönetiyorlar(BJK bütçesi)
Sıkılınca istifayı basıyolar.
Hepsi havalı. Konuşurken mangalda kimse kül bırakmıyor.
BEŞİKTAŞLILIK DURUŞUNDAN herhalde!
Bu duruşun tam bir tarifi var mı?
Ayrıca niye DURUYORUZ? Bize gereken HAREKET değil mi?
Bu BJK yönetimi pek çok uygulaması ve kararlarıyla zaten tarihe geçti.
Fakat son yaptıkları tarihteki yerlerini pekiştirdi.
Tarih bu yönetimi yazacak! Pek de iyi yazmayacak herhalde.
Sezon BJK için sessiz sedasız tarihe gömülmek üzereyken, yönetim çıktı ortaya ve buna izin vermedi:
BJK yönetimi FB maçında BJK'NİN hükmen galip sayılması gerektiğini, o olmazsa maçın tekrar edilmesi gerektiğini ifade etti.
Gerekçe hakem ve kural hatalarıydı.
Ben bir ara toplantı esnasında, hep beraber ağlamalarından korktum.
Şaşırmazdım.
Ben çikolatalı dişmacunu gördüm. Kolay kolay şaşırmam artık.
Anlayamadığım, bu konu yönetimde konuşulurken bir kişi çıkıp:
'Yahu arkadaşlar, acaba bunun yapmasak mı? GÜLÜNÇ duruma düşebiliriz. Maçı kaybettik. Buna alışmaya çalışsak? Sindirsek bunu. Zira biz de hakem hatalarıyla çok maç kazanmadık mı? Kabul, şampiyonluğu ve hatta Şampiyonlar Ligi şansımızı da kaybettik. Matematiksel zırvaları bırakalım. Aynaya bakalım. Çuvaldızı kendimize batıralım. Sezon başına dönelim. Yaptıklarımızı-yapmadıklarımızı tartalım. Vizyonumuzu tartışalım. Tabi eğer vizyonumuz varsa. Gelecekle ilgili planlar yapalım, projeler geliştirelim. Gerçeklerle yüzleşelim. Transfer politikamızı konuşalım. Konuşmaya da, gerçekten transfer politikamız olup olmadığını konuşarak başlayalım. Yani hedef saptırmayalım çünkü kaybetmeyi öğrenemezsek, kazanamayız!'demedi mi?
Belli ki dememiş.
Çok daha mühim meseleler var kısaca.
Yok mu?
Beşiktaş başkanı, Beşiktaş İnönü Stadı'na gelmiyor mesela.
Gelemiyor belki de.
Mesela bu daha mı az önemli?
Bu ne zaman konuşulacak?
Uzun uzun. Açık açık.
BJK yönetimini yaptığı bu son BOMBA bana çok düşündürücü, amatör ve gülünç geldi.
Sevmedim bu son olanları. Yakışmadı BJK'YA.
Yönetim bir yandan TFF'NİN ve MERKEZ HAKEM KURULU'NUN içinde bulunduğu gaflete kızmış ve üzülmüş olabilir ama bir yandan da bu durumdan olumlu bir çıkarım yapmış da olabilirler:
Kaçan şampiyonluk, boşa giden milyon yurolar için SUÇLULARI buldular!
Bravo, kutluyorum. Bu yıl da YIRTTILAR!
Keşke biraz daha bekleselerdi de işin içine, İZLANDA'DA patlayan yanardağı da katsalardı.
TÜH!
BJK yönetiminden açıklama: 'Kül bulutu şampiyonluğumuzu engelledi. TEKTONİK HAREKETLERİ ve İZLANDA'YI ŞİDDETLE KINIYORUZ!
Beni üzen bir başka gelişme de BJK yönetimine uyan veya uydurulan ÇARŞI taraftar gurubuydu.
Gerçekten bir gruptu. 200 kişilik, minik bir grup.
O gruptakilerin, o büyük Beşiktaşlılar'ın yaş ortalaması zaten pek çok şeyi anlatıyordu.
Siyah çelenk, yürüyüş, basın açıklaması, açılan pankartlar...
Yürüyüş mesai saatlerinde gerçekleşmedi mi?
200.000 kişi yürüseydi, BÜYÜK OLAY olurdu.
200 kişi yürüyünce GÜLÜNÇ oldu.
8.000.000 da 200 iyi durmadı.

Uzatmayayım, toplayayım:
Koca bir yıl böyle HEBA oldu!

18 Mart 2010 Perşembe

KOMA

Ben orda değildim. Tam olarak ne olup bittiğini bilmiyorum. Tek bildiğim, gördüklerimden ibaret. Gördüklerim şunlar:Galatasaray'ın kapalı tribününün önündeki uzantının üzerinde bir erkek. Bir İNSAN! Bu insanın üzerinde siyah-beyaz bir eşofman üstü. Üzerinde siyah-beyaz eşofman üstü olan insan1'in elleri kolları açık, hareket halinde. Belki bir şeyler de söylüyor. Hatta bağırıyor da olabilir! Tek başına! Ne söylediğini, ne bağırdığını duymuyoruz. Tek başına olduğunu görüyoruz ama. bir süre sonra görüntüye bir başka insan giriyor. Uzaktan insana benziyor en azından:İnsan2. İnsan2 bir anda insan1'e vurmaya başlıyor. İnsan2 çok büyük DELKİKANLI(!). İnsan2, insan1'i baya baya dövüyor. Müdahale eden yok. Bir çok insan bunun bir 'Maç sonu gösterisi' olduğunu bile düşünmüş olabilir. Zira gerçek olamayacak kadar dehşet verici. Dayak yiyen insan1, daha fazla dayak yememek için, hayatta kalma iç güdüsüyle, 10 metreden aşağıya atlıyor. Bu düşüş esnasında insan2'nin herhangi bir teması yok insan1'e. İtmemiş, evet. O zaman bu düşüş için yer çekimi de suçlanabilir. Zaten bir bu eksik kaldı!
Peki bir insan başka bir insanı bir futbol maçında neden durup dururken döver ve o insanın kendini 10 metreden aşağı atmasına sebep olur? Bir iddiaya göre insan1 Beşiktaşlıdır. Yediği dayağa ve onu KOMAYA sokan düşüşe sebep olan şey de budur. Çünkü insan1, avaz avaz 'Beşiktaş Cimbomun ..mına kor!' diye bağırmıştır. Buna şahit olanlar var. Orda olup bunu duyanlar var. Diğer taraftan insan1'in ailesi, çocuklarının Galatasaraylı olduğunu söylüyor, çocukları KOMADAYKEN! ÇOCUĞUN ÖLME İHTİMALİ VARKEN!
Diyelim ki insan1 gerçekten Galatasaray'a küfürler etti. Bunu da Galatasaray Kapalı Tribününde yaptı. Binlerce Galatasaray'lının önünde. Bunun mantıklı bir şey olduğunu iddia etmek, mantıksız olur. Kabul. Hatta böyle bir şey yapan biri için 'deli' bile denebilir. Bekli kafası güzeldi. Peki bütün delileri, mantıksızları, kafası güzelleri KOMAYA mı sokmalıyız? Dayak mı atmalıyız onlara? Hangi suç genç bir insanın bir futbol maçında yaşadıkları yüzünden
KOMAYA sokulmasını haklı çıkarır? İnsan1 mantıksız olsun. Hatta deli diyelim ona. İnsan2 ne o zaman? Kendini Galatasaray'ın haklarını savunmaya adamış bir neferden mi söz ediyoruz? O BİR KAHRAMAN MI? Olanların kendi içinde bir garip ve hastalıklı bir adaleti mi var? Seviyor muyuz bu adaleti? Razı mıyız buna? Taraftarlığı insanlığa tercih mi edeceğiz? Bize ne oluyor diye sormayacak mıyız? Bunu her hangi bir takımla ilgili olmadığını kabul etmek, bu kadar mı zor?
Bu yazı ufak ufak Twitter'da başladı. Ben bir şeyler yazdım. Renk-stad ayırmadan yazdım yazdıklarımı. Tepkiler geldi yavaş yavaş. Katılanlar oldu. Hak verenler oldu. Mutlu oldum. Rahatladım.
Herkes hak vermedi elbette. Buna hazırdım ama hazır olmadığım bir şeyler oldu. 'Oh olsuncular!' diye tanımlayabileceğim bir grup insanla tanıştım. Sevmedim onları hiç. Tanıştığıma memnun olmadım. Bir çoğunun dişi olması daha da şaşırttı beni. Anne olacak onlar. Belki çoktan oldular!
'Yaşadığına sükretsin!' diyenler oldu.
'Galatasaray'a küfür edenin sonu bu olur' diyenler oldu.
'Geberseydi.Kendi kaşındı' diyenler oldu.
İnsanların bu kadar kötü olmaya hazır olmaları çok garip.
Üstelik hiç hümanist biri sayılmam ben. Gökkuşakları üzerinde yürümüyorum.
Yine de bu 'linç' merakını, bu 'yok etme' düşkünlüğünü de anlayamıyorum. İnsanlar hep haklı olmak istiyor. Haklı olmak için ruhunu şeytana satmaya hazır ne çok insan var? İçlerine beton dökülmüş sanki. Buz gibiler. Gaddarlar. Yaşananları bir mantığa bürümek için taklalar atıyorlar.'Ama o da küfür etti!' diye çocukça ve tuhaf mazeretler öne sürüyorlar hala. Eminim hepsi ATATÜRKE tapar. İçlerinde eminin 30 gün orucunu tutanlar var. Cumayı kaçırmazlar, kurbanda deve keserler. Diyarbakır'da olanlar da çok kızmışlardır! Eminim hepsini atkısı, forması LİSANSLIDIR!
En çok bu samimiyetsizliğe kızıyorum zaten!
Adnan Polata yaptığım bir çağrı sıktı canlarını en çok 'Oh olsun'cuların. Bunu tarihi bir fırsat olarak değerlendirebileceğini söyledim. Yazdıklarımı okumayacağını da biliyorum ayrıca. Bu süreci takip etmesini rica ettim. Suçlunun çok büyük bir ceza almasını sağlayabileceğini savundum. Bunun bir emsal teşkil etmesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum çünkü. Böyle bir cezanın caydırıcılığına inanıyorum, en azından inanmak istiyorum. Böyle bir durumda tarihe geçeceğinden bahsettim. Fakat 'Oh olsun'cuları en çok telaşlandırıp kızdıran başka bir önerim oldu: Ben Adnan Polatın TFF'na gidip, Fenerbahçe maçının seyircisiz oynanması gerektiğini ve bu maçı seyircisiz oynamak istediklerini söyleyebileceğini yazdım. Bunun Adnan Polatı semboleştireceğini, büyük değil, çok büyük bir başkan yapacağını yazdım. Ne olduysa bundan sonra oldu. Büyük resmi göremeyenler delirdi. Ben GS düşmanı oldum. Onlar bana düşman oldu.
Galatasaray Fenerbahçe maçını seyircisiz oynasa ne olur? Maçı kaybedebilir.Kaybetse ne olur? Her seyircili maçı kazandı mı ki?
Kazansa ne olur peki?
Efsane olmaz mı?
'Keşke geberseydi!', 'Oh olsun!', 'Az bile ona!' diyenler komadaki çocuk, komadaki insan yerine kendi sevgilinizi, oğlunuzu, kocanızı, komşunuzu, en yakın arkadaşınızı koyun bir.
Biraz empati!
Soğuk mu hala içiniz? Değişmedi mi fikriniz?
Bir kişinin işlediği bir suçu elbette Galatasaray'a mal etmiyorum.
Telaşa gerek yok.
Taraftarlıkla taraf tutmak aynı şey değil diyorum ben.
Bu konuda hepimiz aynı tarfta olalım diyorum.
Bir farkındalık geliştirelim diyorum.
Ortak bir duygu geliştirelim diyorum.
Suçu, suçluyu beraber dışlayalım diyorum.

7 Mart 2010 Pazar

DOLUNAY

Diyarbakırspor-Bursaspor maçıydı. Yoksa Diyarbakır-Türkiye maçıydı mı demek lazım? Bir futbol maçı olması gerekiyordu. Olmadı. Sadece bir futbol maçı olarak kalamadı. İzin vermediler. İzin vermedik. Tarihi bir maçtı. Bu maçtan bir tane daha oynandı aylar önce. O maç da çığırından çıkmıştı. Sloganlar atılmıştı. Irkçılık yapılmıştı. IRKÇILIK! O maçta başladı aslında her şey. Ya da o maçta da devam etti. Diyarbakırsporun ,gaddarca, salakça, bir terör örgütüyle ilişkilendirilmesi, bu aptalca paranoya, yeni bir şey değil Türkiye için. Stadlarımız çok alışık bu aptal korolara. Hiç bir konuda anlaşamayan yüzlerce insanın, bu kadar saçma, hiç bir dayanağı olmayan bir konuda, bu kadar hızlı toplaşmasını, birlik olmasını, vahşi içgüdülerinin baskınlaşmasıyla açıklayabilirim ancak. 'Linç duygusu, öldürme tutkusu' bu diyebilirim bir de. Garip bir Dr.Jekyyl & Mr.Hyde durumundan bahsedebilirim. Dolunay etkisinden. kurt adam olmaktan. O maç da çığırından çıktı, O maçta çirkinleşti. İnsanlar çirkinleşti çünkü. Salyalar saçarak koltukları kırdılar(kırılmayan koltuklar varmış bu arada. Biraz daha pahalıymış onlar), küfürler ettiler, saldımak istediler ve hatta saldırdılar. Bu maçta da çocuklat vardı, ne olup bittiğini anlayamayan, korkan, ağlayan. Elbette herkes suç ortağı olmadı stadlardaki bu katil ruhlu adamlara. Bir kaç 'KENDİNİ BİLEN' vardı elbet. Onlar kırmadılar koltukları, salyaları akmadı onların, küfür etmediler, saldırmadılar kimseye. Onlarda anlayamayan gözlerle baktılar etraflarına, korktular. Çocuklar gibi! Ama yapamadılar bir şey, çünkü azınlıktı onlar. Çünkü sayıları azdı. Çünkü bu onların görevi değildi!Öncelikleri başkaydı. Hayatta kalmaktı akıllarındaki birinci şey. Bundan daha kabul edilebilir bir şey var mı? Kabul etmesi bu kadar kolay olmayan, bu kadar kolay hazmedilmeyen, toplumda fena halde GAZ yapan gerçek çok başka. Bir o kadar da tanıdık. Halının altında çok toz birikti. Olaylar yaşandı, yaşanıyor ama suçlullar cezalandırılmıyor. Bu cezalarla toplum vicdanı rahatlatılmıyor. Caydırılmıyor kimse. Her şey, yapanın yanına kar kalıyor. Zararı toplum odüyor. Ülkede adalet olduğu, bizi, iyi insanları koruyanlar olduğu duygusu, topluma çok görülüyor. Kimseye bir umut verilmiyor. O zaman da devreye, ORMAN KANULARI giriyor. Olanlar oluyor, olanlar olmaya devam ediyor. Aylar geçiyor, cumartesi geliyor!
Cumartesi günü bir hesap günüydü sanki. Bir dava görüldü, bir hesap kapatıldı.Garip bir rövanş maçıydı. Bir REVENGE! Konunun temelini biliyor herkes. Konunun sportif rekabetle ilgisi olmadığını biliyor herkes. Stadyumu bir hınç, bir öfke, bir nefret doldurmuştu cumartesi. Komşu şehirlerden insanlar gelmişti bölgelerinin sorunlarını analtmaya(!). 'TAŞIN' altına elini sokmaya! Bir KONGRE vardı sanki. Stadyum bir ARENA olmuştu. Kelle isteyenler vardı. Gerginlik bıçakla kesilecek kadar yoğundu. Maç günler önce başladı. Her şey maç günü zirve yaptı. Stad bir savaşa hazırlandı. Bu savaşın lojistiğini kim yapı? Taşları oraya kim koydu? O stad futbol maçı için uygun mu, yeterli mi? O stadta, bırakın onbinlerce seyirciyle futbol maçı yapılmasını, sakin bir 19 Mayıs Gösterisi yapmak doğru mu? Canlar emanette mi? Stadın fiziki koşulları, gelenleri daha da öfkelendirmiş olmasın sakın? Onları hırslandıran, zaten bu olmumsuz koşullara mecbur bırakılmış olmaları değil mi? Herkes, hepimiz soru soruyor, cevap vermesi gereken insanlar susuyor. Biz buna da alıştık. Susanlar en iyi yaptıkları şeyi yapmak için bozdular suskunluklarını: Olayları ŞİDDETLE kınadılar. Ve asla anlamayacaklar: Şiddet en son gereken şey! gerekenler VİZYON, EYLEM, ÇÖZÜM...
Milli Marş esnasında anlaşıldı konunun sporla hiç ilgisi olmadığı. Milli Marşın gayet açık bir şekilde, hep beraberce ıslıklanması, herkesi şaşırttı, hatta korkuttu. Kral çıplaktı! Mesaj başkaydı, başkalarınaydı. Mevzu günlük değildi. Onlarca yıllıktı. Stad DİYARBAKIR ATATÜRK stadıydı. Çok ironik değil mi? Uzaklardan bu konuyu anlamak mümkün değil. Diyarbakır'ı, o bölgeyi, doğuyu, güneydoğuyu görmeden fikir yürütmek, hırslanmak doğru değil. 'Efelenmek' yeterli değil. Sadece Bodrumu,Çeşmeyi bilenler, bunu bir düşünsünler. Orada zaman bile farklı akıyor. Çoğu zaman akmıyor bile. O bölge insanının söyleyeceği çok şey var. Dinlemek lazım. Dinlemeye başlamak lazım. Bunu zaten onlarca yıl önce yapmaya başlamamız lazımdı. Öfke bu kadar artmamışken, insanlar bu kadar yabancılaşmamışken, bu kadar terk edilmemişken. Bize gereken 'Ya sev ya terket!'cilik değil. Bize gereken empati. Çok yüksek dozda empati! Bu empatinin de, sadece batıdan beklenmediğini bilmemiz lazım.
Cumartesi, olacaklardan habersizdi. Sırasını pazar gününe savmaktı tek amacı. Tarihi bir gün olacağını bilemezdi ama oldu. Olanlar dehşet vericiydi. Haklı hiç bir yanı yoktu. Sınır aşıldı. O gün olan her şey, tarih oldu. Kayıtlara geçti. Bu konudaki kayıtların çoğu kara! Futbol, bu tarihi cumartesi içinde ufaldı gitti. Küçücük kaldı. Sahaya kayalar yağdı. 'Daha önce de oldu canım bunlar, ne var?' diyenlere cevap hazırdı : 'Onlar pet şişeydi bir kere, çakmaktı! Ya pet şişe atanların elinde, taş olsaydı? Cumartesi olanlar, biraz da buydu!

28 Şubat 2010 Pazar

ROBOT

Başarı alkışkanır. Başarısızlık yuhalanır. Başarılı insanlar sevilir. Başarısız insanlar sevilmez. Denklemi kurmak bu kadar basittir. Bütün bir hafta gayet ilkel, gayet vahşi duygularla bir futbol maçını bekleyen insanların sabır eşikleri düşüktür. Taraftarlık annelikten çok farklı bir duygudur. Taraftar, futbolcunun annesi değildir! Taraftarıdır! Elbette futbolcunun annesi olan taraftar vardır, fakat sayıları azdır. Karşılıksız sevmek, taraftarlık söz konusu olduğunda kocaman bir fantazidir. Bir ütopyadır. Taraftar son derece sabırsız, iştahlı ama her şeye rağmen sadıktır. Sadakat romantik bir duygu değildir. Sadık insan talepkar da olur. Tutunmak için bir şeyler ister. Başka türlüsü sadakat değil, aptallıktır! Traftarlık son derece faydacı, fırsatçı ve hatta hedonist bekelentiler yaratır. Bu beklentiler başarılarla beslenir. Taraftar acıyı sevmez. Sporun arabeski olmaz! Taraftarın yapabilecekleri sınırlıdır. Kombinesini alır. Parası azsa, haftadan haftaya bilet alır. Kale arkası! Lisanslı ürünler alır. Terlik alır, forma alır, kaşkol alır. Parası azsa lisanslı ürün almaz, alamaz. Ozaman da korsana gider. İlla bir şeyler alır ama. Taraftar işini yapar. Futbolcunun da yapmasını bekler. Parası olsa da, olmasa da çok sever taraftar tuttuğu takımı. Bunu kimse engelleyemez. Taraftarlık bedavadır. Futbolcu para alır. Futbolcu baya para alır. Maça gider, bağrır, ıslanır, yanar, cop yer. Haftaya yine maça gider. Çoğu insan neden sevdiğini bilmeden sever takımını. Mantık, şuur aranmaz taraftarlıkta. Tercih edilen bu değildir. Bu gerçektir ama!Tarftar mantıksızdır, şuursuzdur! İdeal taraftar böyle olmaz. Aklı başındalık aranan fakat çoğu zaman bulunamayan bir meziyettir. Ölçülü sevinen, ölçülü üzülen, tepkilerini abartmayan, kendini dizginleyen, empati kuran, kendine dürüst, rakibine daha dürüst, kendine saygılı, rakibine daha saygılı, efendi taraftarlara rastlamak zordur. Bu tip taraftarlara SÜPER TARAFTAR da denir! Gerçekler başkadır. Gerçekler serttir. Taraftar gerçektir! Taraftarlar her oyuncuyu tanır. Her şeylerini ezbere bilir. Oyuncular taraftarların kaç tanesini tanır peki? Oyuncuların ezbere bildikleri taraftar var mıdır? Sayısı çok mudur? Taraftar cahildir. Futbolcu entellektüel midir? Futbolculuk zor iştir. Tarafatrlık? Taraftarlık çileli iştir. Uzaktan seyrettiğin, seyrine hiç bir fiziksel etkide bulunamadığın bir şeyin esiri olursun. Kıvranırsın. Deli olursun ama katlanırsın. Taraftarlıkta garip bir kadercilik hali vardır. Kaderciliğin olduğu yerde isyan olması kadar doğal bir şey de yoktur. Taraftar kazanmak ister. Kazanan insanları izlemek ister. Kazanan bir şeyin parçası olmak ister. Hayatta çok kazanamaz çünkü. Patronu bağırır, ustası fırçalar, öğretmeni azarlar. Çok zor destek alan, çok zor destek gören, alkışsız yaşayan insanların, taraftarların, başarısız insanları, başarısız futbolcuları desteklemeleri mümkün değildir. Bu sadece bize ve sadece futbola özgü değildir. Dünyanın her yerinde, her spor dalında matematik aynıdır : Başarı alkışlanır, başarısızlık yuhalanır. Profesyonel sporculara verilen güzel paralar biraz da bunun için verilir. Kendilerini hazırlasınlar, kendilerini onarsınlar diye. Fubolcular ayrıcalık ister. Taraftarlar, bu ayrıcaklıkların kazanılmasını! Futbolcuların için hayat acımasızdır. Taraftar için lunapark mıdır hayat? Profesyonel sporcu olmak için, salt fiziksel gelişim yetmez. Ruhsal, mental, ahlaki, fiziksel gelişim hepsi aynı pakettedir. Profesyonel hayatta her şey büyüktür. Beklentiler, para, şöhret, lüx, sansasyon, sevgi, nefret her şey büyüktür. Bunu bilir herkes. Taraftar bilir, futbolcu bilir. Futbolcu insandır. Taraftar robot mudur?

9 Şubat 2010 Salı

TOKAT MANYAĞI

Sayın(!)İbrahim YAZICI, Bursasporun büyük(?)başkanı, spor gurusu , aylar önce şu an ismini hatırlayamadığım, ki bundan ötürü üzgünüm ve utanıyorum, genç bir gazeteci kardeşi TOKATLAMIŞTI. Bir minibüs şöförü gibi! TOLATLAMIŞTI! Bir kabadayı bir mafya, babası gibi! Korumalarıyla kıstırmıştı avını. MEN İN BLACK! Neden peki? Belki de çocuk hak etmiştir canım tokadı! Hadise şuydu: Gazeteci işini yapmıştı. Haber yapmıştı. ÇOCUK gazeteciydi ve gazetecilerin çoğu, hala haber yapardı sadece. O da yaptı. Sadece bir haber yaptı. Bu mu? E bunda bir şey yok ki! Var mı yoksa? Peki ozaman İbrahim Başkan'a ne attırmış olabilirdi tokadı? Benim bir tezim var: Kuralsızlıktan, kendi krallığına, kendi adaletine olan güveninden, 'arkasının' sağlamlığından güç alarak yapmıştı bunu. Biraz da zengindi. Adalet bu kadar öznel bir hale gelirse alarm düğmesine basarım ben! Ben bu düğmeye bayadır basıyorum. Adalete olan inançsızlığı yüzyıllardır görüyorum. Orman kanunlarının işlediğini ezelden beri biliyorum. ORTA DOĞU ve BALKANLARIN en büyük ADALET SARAYLARI yükseliyor memleketin dört bir yanında ama adalet dağıtımının bu kadar İDDİALI olduğunu düşünmüyorum. İçinde adalet olmayan sarayı ne yapayım ben? Herkes kendi haklı olduğu adaletin peşinde. Herkes kendi doğrusunu karşı tarafa dikte ettiriyor. Aslında herkes DİKTATÖR, herkes FAŞİST! Kimisi az kimisi çok! Fark bu kadar sadece! Kimse olup bitenlerden azıcıkta olsa sorumlu olabileceğini düşünmüyor, herkes sağa sola bakıyor, herkes aynalardan kaçıyor, sırasını savıyor. Toplumda, ülkede fena halde bir 'BİRİLERİ BENİM İÇİN BİR ŞEYLER YAPSIN!' hali var. Herkes , herşeyi DEVLETTEN bekliyor! Heryerde, sokakta, okulda, siyasette, basında, sanatta, trafikte, sporda tuhaf bir KABADAYILIK hakim. Herkes BRANDO! Medeni olmaktan utanır haldeyiz. MAÇOLUK karakterimiz oldu LAN! Tehditler, hakaretler hayatımızın bir parçası. Hayatımız bir REALİTY SHOW! Toplumsal hafızamız sıfır noktasında. Katilleri, delileri televizyon kahramanları yapmayı düşünebiliyoruz. Daha kötüsü, onları televizyonda, yine BİZ izliyoruz! Herşeyi yiyoruz! Yüzümüzde garip bir gülümseme var. Sanki devamlı bir şeyler saklıyoruz. Yalnızlıktan donuyoruz! Soğuğun en katı hali, en acımasız biçimidir yalnızlık!
Olaylar olmuştu büyük başkan YAZICI, genç bir gazeteciyi 'tokat manyağı' yaptığında. Duayenler, yeni nesil gazeteciler birlik olmuş bu ÇİRKİN olayı KINAMIŞLARDI! Hem de ESEFLE! Esef Bey'i tanımıyorum! Yer yerinden oynamıştı. Umutlanmıştık biz FANİLER! Bu sefer olacak galiba, bu sefer adalet yerini bulacak galiba demiştik! Kötülerin cezalandırıldığı, iyilerin kazandığı FANTASTİK bir yer mi oluyordu acaba memleket? O gün bugün müydü? Sahipsizlik canavarı yeniliyor muydu? Herkes aynı mıydı? Zengin-fakir, güçlü-güçsüz yok muydu? Çok umutlanmıştık gerçekten. Tünelde bir ışık görmüştük sanki. Hak etmiştik de o ışığı be! Çok hak etmiştik! Yemin etmiştik! Adalete inanacaktık! Şımarmayacaktık! Yine olmadı! BU DA MI GOL DEĞİL BE? Bu da mı gol değil? Pek çoğumuz adaletle ilgili ilk derslerimizi umuma açık yerlerde aldık: Tuvalet ve minisbüslerde! Felsefe çok netti aslında : 'Nasıl bulmak istiyorsan, öyle bırak!' ya da 'Sana yapılmasını istemediğin şeyleri, başkasına yapma!'. Bize çok gördüler o ışığı! Bir parmak bal, hepsi okadar! Ne oldu peki? SONUÇ VAR MI? Bir SON mu var sadece? Mutsuz bir son! DOSYA ne oldu? Pelikan dosyası! Biz küçükken 'doktorculuk' oynardık. Basın kocaman oldu, hala BASINCILIK oynuyor çoğu zaman! İyi de oynuyor, yediriyor! 'Uzatmıyor' hiç bir şeyi. UZATMASI lazım halbuki. Pelerini ile gelip, kadını kötü adamın elinden kurtarması lazım! Yapmıyor. Yapamıyor mu ki? Geçip gidiyor. Takip etmiyor, sorgulamıyor, yaptırım gücünü pek kullanmıyor. Basın bu gücü kullanamayacaksa, ben SANSÜRDEN yanayım. Bende susarım herkes susarsa! Oysa ne büyük bir gücü var medyanın. Devdir MEDYA! Ama uyuyor! Çoğu zaman MAHALLENİN DELİSİ oluyor!

1 Şubat 2010 Pazartesi

KEREM GÖNLÜM ve JOHN GRISHAM

Kerem Gönlüm serhoştuuur, yıldızların altındaaaa..... Şeklinde müzikal ve sevimli bir giriş yapayım dedim bu süper tatsız konuya. Kerem Gönlüm'ü tanıyorum ama en iyi arkadaşım değildir. Telefonunu bilmem. Beraber hiç sinemaya gitmedik, halı saha maçı yapmadık. Elbette bir algım var Kerem'le ilgili. Kariyeri, şahsiyeti bir çağrışım yapıyor bende. 'Efendi' bulurum ben Mr.Gönlüm'ü. Sporcu ahlakından şüphe etmek istemem. Örnek alırdım çocuk olsaydım belki de. Fakat bu son 'narkotik' bazlı tatsız olayda adının geçmesi, testlerin 'pozitif' çıkması bir talihsizlikle, masum bir hatayla açıklanabilir mi bilemiyorum. Maddenin her iki sporcuda da çıkması hadiseye biraz daha kuşkulu yaklaşmama sebep oluyor. Diğer yandan AZİZ YILDIRIM'ın herhangi bir konuda haklı çıkmasını da istemem :)Olayın bir JOHN GRISHAM romanı tadı vermesi, burnuma kabak kokusu gelmesi de geriyor beni. Bir tarafta Mr.Gönlüm'ün, EFES PİLSEN gibi lokomotif bir kulübün ifadeleri, diğer yanda bilimsel veriler! Tartıda hangisinin ağır basması gerektiği, sanıyorum çok da tartışılabilecek bir şey değil. Günümüzde profesyonel atletlerin dopinge meyilli olmaları az rastladığımız bir durum de değil üstelik. Öyleki artık dünya spor kamuoyu, doping yapılmasından ziyade, dopingi saklayan, örtbas eden maddelerin tespitini tartışıyor. Doping, sporu fena halde domine eden bir sektöre dönüştü. Ustaları var bu işlerin! Ne kadar iyi saklarsan dopingini, o kadar iyi sporcusun gibi bir algı var nerdeyse! Milyar dolarlar konuşuluyor. Dopinge şaşırmak yerine, dopinge alışmak var artık! Açıkçası ben her şeye rağmen KEREM'e konduramıyorum bunu. Gerek duyacağını sanmıyorum ama romantizmi de bir tarafa koymak gerek diye düşünüyorum. Uzman değilim. Umarım KEREM de, Türk Basketbolu da bu işten en az hasarla çıkar. Dersler alınır, cezalar çekilir, bir yanlış varsa dönülür. Dilerim yaralar sarılır, KEREM geri döner!

27 Ocak 2010 Çarşamba

RUHUM OLİMPİYATTIR

Ben Beşiktaşlıyım. Değişmez bu! Hasta değilim ama. Oldukça sağlıklıyım. Kanım siyah-beyaz değil,0 RH +. Gözümde fanatizm perdesi yok. Spora aşığım. Sadece fiziğini değil,kafasını da seviyorum. Sporda ki rekabet olgusuna, çalışma arzusuna, sporun ahlakına, disiplin anlayışına, devamlılık esasına vurgunum. Spor doğru yapılırsa, asla kaybedilmez sporda, buna inanırım. Tarafsızlığım bundandır. Ruhum olimpiyattır. Kaybetmeye olan isyanı ve kazanmaya olan inancı fena halde hayatla ilişkilendiririm. Gözüm kadar ruhum da doyar sporla. Bir olumsuzluk makinesi değilim ben. Hayat maratonunda güzel şeylere rastlama olasılığının azlığı, benim suçum değil. Belki gökkuşakları görmüyorum hep, yada kafamın üstünde ateş böcekleri uçuşmuyor ama güzel şeyler yakalarsam, değerlendirmeyi bilirim. Her asiste açığımdır. Takdir etmekten rahatsızlık duymam. Bunun beni zayıflatacağını düşünmem. Aksine bu erdem, büyütür beni!
Vizyon,derinlik hayatın her alanında olduğu kadar sporda da yaşamsal önem taşır. Öngörü değerli bir meziyettir. Doğru stratejiler belirlemek sizi kazanalar listesine sokar. Lojistik destek bir adım öne çıkartır sizi. Bilinçli planlamalar, yerinde hesaplar, riski en az yatırımlardan bazılarıdır. Satranca benzer hayat. Bundandır ki tüm sporların esas atası satrançtır bana göre. Ne kadar hamle sonrasını görebilirseniz okadar erken harekete geçer, önlemler alırsınız. Geçerli bir sistem kurmak, o sistemi iyi işletmek size hem maddi hem de manevi kazançlar sağlar. Gerçekten BÜYÜK olursunuz! Günü değil, günleri kurtarırsınız!

Bu açıdan bakınca, benim vizörümde beliren görüntü şudur: Galatasaray RİJKAARD'ı transfer ederek, sadece dünyaca tanınan, saygınlığı onaylanmış, başarıları taçlanmış bir futbol adamı getirmedi memlekete. Onunla beraber bir vizyon geldi Galatasaray'a. Metodları, futbolculara, camiaya yaklaşımları bir çok şeyi değiştireceğini gösterdi. En azından deneyecek o kesin! Elbette izin verilirse! Korkacak pek bir şey de yok çünkü kulübün tapusunu RİJKAARD'ın üstüne yapmayacaklar. BIG BOSS belli!

'Başka' bir adam olduğu anlaşılıyor FRANK'ın. Bir defa saçları çok sevimli. Basına karşı olumlu tutumu, kibarlığı, polemikten kaçınma gayreti hepimizi etkiledi. Hollanda'lı bir SALON ERKEĞİ ile tanıştık. Sportif başarı hiç bir zaman garantili bir bahis olmamıştır. Galatasaray FRANK yönetiminde şampiyon da olmayabilir. FRANK elbette hatalar yapacak, puanlar katbettirecek. Yanlış oyuncu değişiklikleri yapacak, oyunu 'okuyamayacak', geç kalacak. Dünyanın sonu mudur bu? Maya takviminden önce inanmamız gereken kıyamet bu mu olacak? Galatasaray her sene şampiyon olmadı ki! Olamaz da! Ama Cimbom yeni bir devir başlatarak çok ciddi bir adım attı. FRANK çok geçerli bir referans dünya futbolunda. Galatasaray'ın gençleri için heyecan verici bir figür her şeyden önce. Kendinizi, RİJKAARD onları izlerken, paf takımı oyuncularının yerine koysanıza bir! Dizler titremez mi? O çocuklar artık başka hayaller kurmuyor mudur uyumadan önce? Herkese iyi gelmiştir FRANK eminim. Çünkü öğretmenin de, öğrenmenin de yaşı yoktur! Bu çok da boş bir iddia değildir. Arda'nın sınıf atlaması, Mustafa Sarp'ın gelişimi, Caner'in dirilişi, Sabri'nin sakinliği, Servet'in olgunluğu tesadüf müdür? 'Efendiler!Maçtan önce kamp yapmaz ise, Türk oyuncular oynayamaz!' tezi, Türk oyuncusuna bir hakaret değil midir? Türk futbolcuları ilkokul öğrencileri olarak anılmaktan kurtulamaz mı? O vakit bu anlayışa göre, onlara verilmesi gerken en büyük ceza, tek ayak üzerinde, bir köşede dikilme cezası olmalıdır! Tür sporcusu profesyonelliği öğrenemez mi? Sahip olduğu sorumluluğu kavrayamaz mı? Fiziksel özellikleri dışında, mental gelişimleri de sağlanamaz mı? Bu kadar mı umutsuzuz? Durum buysa, herkes dükkanı kapatsın gitsin! Türk futbolcularına bir şans vermeyelim mi? Bence verelim. Eğer bu bir riskse, bu riski alalım! Ve birde takımın neredeyse yarısını da yabancı olduğunu hesaba katalım!

Galatasaray büyük iş yapmıştır. Bir kaç tane 'çok bilmiş' futbol yorumcusunun aksine, ben FRANK RİJKAARD'ın baya bir teknik direktör olduğunu, hatta tam anlamıyla bir HOCA olduğunu düşünenlerdenim. Galatasaray durmadı, durmuyor, durmayı da pek düşünmüyor gibi. LİNCOLN'le başlayan,TOBİAS, MEİRA, ELANO, KEİTA, KEWELL, NONDA, LUCAS, JO ve DOS SANTOS'la devam eden bir harekat içinde Cimbom. Ufukta ROBİNHO gözüküyor! En ilginç ve faydalı husus da kimse 'ROBİNHO gelmez ulan, yok artık!' demiyor,diyemiyor. Hoş bir özgüven var camiada, medyada. Her nekadar rakiplere endişe verse de bu durum, ben konuya çok olumlu bakıyorum! Gelinen bu noktada, alınması gereken dersler olduğunu düşünüyorum. Çıtanın yükseldiğini görüyorum. Umutlanıyorum!

Neredeyse dünya futbol haritasında KATAR ile denkleştirilmek üzere olan yurduma, halen geçerli, halen istenen,bilinen,sayılan futbolcuları sundu,sunuyor Galatasaray! Bu her takım için, 'ülke puanı' için çok mühim. Bu bilinçli bir uygulama mı, emri komutan mı verdi, yoksa tesadüf mü bilemem. Genel resme bakılırsa, sonuçlar çoğunlukla olumlu oldu. LİNCOLN'ün bu kadar kıymet bilmez ve amatör olacağını, TOBİAS'ın kırılganlığını kim tahmim edebilirdi? Sonuçta transferde risk hep vardır ve transferi kahinler yapmaz.

JO da sicili pek temiz bir arkadaşımız değil. O'nun da İSTANBUL gecelerinde kaybolma riski, buzda kayıp düşme riski, çapraz yan bağlarını koparma riski var. Tüm bunlar aynı pakette geliyor. Aynı durum SANTOS için de geçerli. Belki köpeklerini özlerler! Belki de uyum sürecini atlatamaz, depresyona girerler! En azından onların arabalarının direksyonları solda olacaktır büyük bir ihtimalle! Belki her ikisi de uymaz Cimbom'a. Doku tutmaz, bünye reddeder, bilemeyiz. Her organ nakli yüzde yüz garanti vermez. Tembel çıkarlar belki. Belki çok şımarırlar! O zaman da hesabı kime verecekleri unutulmasın! Herkesin bileti gidiş-dönüştür! Yine de hoş geldiler! Tanrı yardımcıları olsun! Biz de yardım edersek, belki POZİTİF olur bu nakil!

Peki ya sonuçlar çok olumlu olursa? Galatasaray'ın tüccar tarafı da kazanır böyle bir durumda zira bahsi geçen son iki ek parça çok genç! Ecnebiler bu duruma: A WIN, WIN SITUATION! diyorlar. Bu durumun yarattığı tek burukluk, HARRY'ye kıyılma ihtimali belki de! Belki FRANCO gider, Türk futbolu yeni,genç ve yerli bir 'file bekçisi'kazanır! Kronometreye basıldı. Bekleyip, göreceğiz. Keşke ASLANTEPE projesinde de herşey bukadar profesyonel yürüseydi. Umarım GALATASARAY stadı'na kavuşur biran önce. Ben de tatlımı alır, 'güle güle' oturuna giderim mutlaka.

Hersene şampiyon bir tane. Lig hep engebeli. Hava hep sürprizli. Futbol hep üç ihtimalli! Fener'i de yazacağım. Beşiktaş zaten hep aklımda. Trabzon'lu olduğum unutulmasın. İnanmayan burnuma baksın! Gönül koymasın kimse, alınmasın! Turcell Süper Lig'i kim 'götürür' bilemem ama GALATASARAY vizyon yarışında ŞİMDİLİK önde gibi!

26 Ocak 2010 Salı

ŞAKA BETONU

Güzel bir ülke Türkiye. Coğrafyasına hayranım. Seviyoruz ülkemizi. Dört mevsimi aynı anda yaşıyoruz. Kıyılarımız şahane. Plajlarımız cennet. Yaylalarımız eşsiz. Tüm dinlerin buluştuğu illerimiz var. İstanbul bizim. Stratejik konumumuzla 'hava' atıyoruz. Elimizi uzatsak Avrupa'ya dokunuyoruz. Bir ayağımız Asya'da. İlk yerleşik hayata ev sahipliği yapmışız. Bu topraklarda onlarca medeniyet kurulmuş, onlarcası da yıkılmış. Dört kıtaya sözümüz geçmiş. Evrensel ölçeklerde kabul gören filozoflar yetişmiş bu topraklarda. Dünyanın kabul ettiği yazarlarımız,piyanistlerimiz,şarkıcılarımız var. Tarihin yok sayamadığı devlet adamları,askerler çıkmış aramızdan. Nobel,UEFA Kupası,Eurovizyon şampiyonluğu,Koraç Kupası,halterde ve güreşte olimpiyat,dünya,avrupa şampiyonlukları girmiş Edirne'den. Futbolda milli takımlarımızla, kendimizi dünya futbol radarına sokmuşuz,fark edilmişiz. Tekerlekli sandalyenin sporda engel olamayacağını anlamışız. Kadın basketbolunda takımlar düzeyinde Avrupa şampiyonluğu yaşamışız. Bilardoda bir kralımız var. Kısaca bir sürü şey başarmış bu ülke, bu ülke insanları. Liste uzun. Daha da uzar. Yukarda sıraladığımdan çok daha fazlasını unuttum biliyorum. Bunun için de özür diliyorum. Tüm bunlar bir yanda...
Diğer yanda 'garip' bir ülkede yaşadığımızda aşikar. Kimileri buna zenginlik diyor,kimileri enerji. Bizi çok 'orjinal' bulanlar var. 'Burası Türkiye' diyerek normalleştirdiğimiz,alıştığımız çok tuhaf şeyler deneyimliyoruz. Şaşırmıyoruz bile pek çok olağandışı şeye. Bilim-kurgu bizim için çok sıradan. Star Wars, Yüzüklerin Efendisi, Avatar bize çok 'gerçeküstü' gelmiyor!
Mesela OLİMPİYAT STADI! Olimpiyat Stadı adeta bir bilim-kurgu platosu. Bu devasa yapı, bu 100 milyon dolarlık yatırım adeta 'betonlaşmış' bir şaka! Hatta aptallığın beton hali! Üstelik hoş bir şaka da değil. Eşşek şakası! Futbol maçları yapılıyor orada çoğunlukla. Top oynanıyor. Daha ziyade in-cin top oynuyor ama! Toplam seyirci sayısı, futbolcu sayısından az olan bir takımın, 80.000 kişilik bir stadı var! Olimpiyat Stadı'nda değil futbol maçı oynamak, olimpiyat yapmak bile mümkün değil! Usain Bolt'a oradaki akıl almaz rüzgarı nasıl açıklardık olimpiyat yapsaydık? Bu tesis yapılmadan önce, proje onaylanmadan önce bir kişi İkitelli'ye gidip bakmadı mı? Onca 'yetim-öksüz' hakkını kuma-taşa karmadan, bir kişi keşif yapmadı mı 'arsada'?. Çok ciddi, çok bilimsel metodlara da gerek yoktu üstelik ölçüm için. İlla bir bilirkişi, bir mühendis gitmese de olurdu. Parmakları olan herhangi biri gidip, parmağını yalayıp havaya kaldırsaydı, bu olağanüstü rüzgarı herhalde ıskalamazdı! Muhtemelen 'Arkadaşlar, buraya stad-mat yapmaktan vazgeçip, elektrik elde etmek üzere, rüzgar gülleri konduralım zira koşullar çok olumlu!' derdi. Olimpiyat Stadı mimari bir skandal bana göre. Dünyada bu yapıyı, bu bağlamda eşleştirebileceğim tek bina PİSA KULESİ! Üstelik Pisa Kulesi'ninde eğimi, zemininden kaynaklanmış ve arada bir kaç yüzyıl var. Ek olarak, Pisa Kulesi'nin mimarının kollarının kesildiğini de belirtmeliyim. Elbette bugün bu kadar ağır bir cezaya gerek yok fakat bir sorumlu bulunmalıydı bence. Hele inşaattan sonra, Olimpiyat Stadı'nın kale arkalarına dikilen rüzgar kesici paneller, skandalın ve ihmalin kaymağı olmuş gibi. Adeta birileri yüzümüze, gözümüze baka baka:'Biz 1-2 milyon dolar daha harcayıp, buraya bu panelleri dikeriz, kimse de bir şey yapamaz!' diye bağırdı o dönem. Ardından da gür bir EROL TAŞ kahkası duyar gibiyim. O panellere ayrıca para verildiği yetmezmiş gibi, daha sonra, o panellerin de söküldüğü, dikkatinizden kaçsın istemem. Çok düşündürücü değil mi? Sanıyorum ülkece, yine birilerini zengin ettik! Her an DİSCOVERY CHANNEL'daki MEGA YAPILAR programına konu olmasını bekliyorum! Ya da MEGA 'TUHAF' YAPILAR'a!
Olimpiyat Stadı elbette bazı organizasyonlar için evsahibi oldu,iş gördü. Şampiyonlar Ligi Finali bunlardan bir tanesi. Bir ikincisi de yok! Peki bununla avunmak, bununla yetinmek mi gerek? Ben de mi bir 'manyaklık 'var? Bahsi geçen tesis prefabrik değil ki bir tek organizasyon için kurulsun, bitince sökülüp taşınsın! Unutmadan U2 konseri de Olimpiyat Stadı'nda yapılacak! Yaşasın! Ne büyük gurur! Bono büyük adamsın! Tabi birde İstanbul'a havadan girerken, ihtişamlı bir dekor vazifesi görüyor, hakkını verelim!
Bana bunları öfke yazdırmıyor inan. Huysuz Şirin değilim ben. Belki şirin bile değilimdir! Bu yazdıklarım hep kendimi onarmak için. Derin nefesler kabul et bu yazdıklarımı. Olana bitene kayıtsız kalamamak diyelim buna. Takdir edersin ki malzemeden yana pek sıkıntı çekeceğimi sanmıyorum. Olup bitenleri gözlerken, garipsediklerimi,hatalı bulduklarımı yakalayıp sobelerken, bir yandan da eğlenmek bu yaptığım! Ne yani? Memlekette bu kadar çok şey olurken, azıcık eğlenmeyelim mi? Bazı şeylerin değişmeyeceğini sence ben de bilmiyor muyumdur?

PERUK ve JÖLE

Dünyaya bir daha gelecek olursam, futbol yorumcusu olmak istiyorum. Kayıtlara geçsin lütfen bu talebim! Herkesin zaten bedavaya yaptığı bir şeyi, para karşılığında yapıyor olmak eğlenceli olmalı. EASY MONEY! Yorum yaparken 'yeni' şeyler söyleyen çok az yorumcu gördüm ben. Nerdeyse bütün yorumcular aynı metni ezberden seslendiriyorlar. Spora programlanmış robotlar gibi. Rahatlar çok. Özne yüklem uyumu gibi detaylara takılmıyorlar pek. Bir şekilde anlaşıyorlar ama. Bir çok spor programını izlerken, belgesel izliyormuş gibi hissediyorum. Suçlamalar,hesap sormalar,infazlar,hakaretler,dayanağı olmayan iddialar havada uçuşuyor programlarda. Ne kadar sert olursa,program o kadar iyi. Küfer edenler oluyor canlı yayında. Youtube da izlenme rekorları kırıyor bu küfür videoları ama bir hafta sonra aynı yorumcu aynı koltukta aynı programda, belki biraz daha bronz bir şekilde oturabiliyor. Ne bir özür var, ne bir açıklama geliyor. Utanç duyulduğuna dair en ufak bir iz de yok. Biz buna kısaca: PİŞKİNLİK diyoruz! Sırtlarını dayadıkları nokta da 'Reklamın iyisi kötüsü olmaz!' önermesi. Unuttukları bir şey var ama: İnsanın aptalı akıllısı olur! Ayrıca bazılarımız reklamın iyisinin de kötüsünün de olduğu dünyalarda yaşıyoruz inatla!
Futbol yorumcuları camiası süper kucaklayıcı ve yüce gönüllü bir camia aynı zamanda. Kimse dışlanmıyor,kınanmıyor. (Erman toroğlu HADİSESİ ÇOK EXTREME BİR ÖRNEK MESELA. Diğer yandan sevindirici) Her gaf bir renk oluveriyor, her asılsız haber ifade özgürlüğü kapsamına alınıyor. Söylenenlerden 'alınan' olur mu hiç tartılmıyor. Dedikodu gazeteciliği diyorum ben buna. -Miş,mış'la haber yapılır mı? Bizde yapılıyor. Kırılan kalpler, üzülen insanlar önemsiz. CEVAP HAKKI diye biri var, o yaptırıyor tüm bunları, o şımartıyor,arka çıkıyor yorumculara. 'Nasıl olsa ben varım, siz yürüyün 'kafanıza' göre!' diyor. Jöle getirilen programlar izledik dehşet içinde! Kişilik hakları falan çok fantastik şeyler bir çok futbol programında. Misyonları var: Halkın haber alma hakkını savunmak! Tek tanıdıkları hak bu! Haber akışını sağlayan birer nehir yatağı hepsi yorumcuların!
Küstahlık,kısa ya da uzun hafıza kaybı,yalandan bilgelik,saplantılı olma durumu pek çok futbol yorumcusunun ortak özelliği. Barcelona başkanı : ' 6 Kupa alan takımın temelini RIJKAARD atmıştır!' derken 'RIJKAARD hoca moca değil!' diyebilecek kadar ileri giden otoriteler var! Garip bir 'ahkam kesme' hali içindeler. Hiç bir bilimsel veri yok ellerinde. Bir çoğunun şizofren yada en azından manik depresif olduğunu düşünüyorum. Bu yüzdendir ki hiç kızmıyorum onlara çünkü onları 'hasta' kabul ediyorum. 20 yıldır program yapan ve 'Evet, şimdi ÇIPLAK GÖZLE BANDIMIZI izleyelim.' diyen ustalar var. İsim vermemeyi tercih ettim çünkü liste çok uzar. Atladığım insanlar olur,üzülürüm. Bir çekinme hali içinde hiç değilim.
Garip ve mantıksız uygulamalarla dolu programlar. Mesela hiç kimse 'Haftanın hakemini' sadece canlı yayınlanan maçlardan seçmekte bir sakınca görmüyor! Diğer maçlar gazozuna mı?' Diğer maçlarda hakemlik yapanlar 'haybeye'mi kovalıyor pozisyonları? Hakem hocaları neden bunları 'süzemiyor'? Bu uygulamanın herhangi bir yerinde adalet olabilir mi? Aynı hakem hocaları 'Türkiye'de hakem makem yok kardeşim!' derken bir saniye düşünmüyor. 'Haftanın canlı yayınlanan maçlarının hakemi' yapsınlar adını bu seçimin, gıgım çıkmaz!
Hızlı da bir sektör futbol yorumculuğu sektörü. Görevinden emekli olan, DEVLER LİGİ'de yoksa, hemen televizyonda ,gazetede bir kariyere başlıyor. En çok da MHK eski başkanlarının, görevden alınır alınmaz hakem katliamlarına başlamasına gülüyorum . Ağlamam lazım aslında biliyorum. 'Bize yargısız infaz yapılıyor!' diye ağlayanlar ünvanlarından uzaklaşır uzaklaşmaz kuruveriyorlar idam sehpalarını meslektaşları için. Yazık! En çok da peruklu olana gülüyorum ben! O peruk okadar çok şey anlatıyor ki çünkü!
Kısa-uzun hafıza kaybı derken kastettiğim şeyi bir örnekle pekiştireyim: Daha iki ay önce bas bas bağırarak 'CANER ERKİN Galatasarayın oyuncusu olamaz!' diyenler, şimdi ' CANER büyük oyuncu!' diyebiliyorlar. Pişkinlik bu değilse nedir pişkinlik? Ufukta ARDA-CANER kıyaslamaları hatta CANER-MESSİ karşılaştırmaları görür gibiyim. Hata yapmanın en serbest olduğu sahalardan biri futbol yorumculuğu. Birde haddim olmayarak yorumculardan bir ricam olacak : Lütfen okuyun! Kitap okumasanız da olur. Mısır gevreği kutularının arkasını okuyun mesela ya da dvd kapaklarını. Yeter ki okuyun! Zira çok üzgünüm ama 70 kelimeyle yapıyorsunuz yorumlarınızı ki bu kelimelerin 20 tanesi teknik terim oluyor çoğu zaman: Taç,ofsayt,serbest atış,penaltı..vs.. Ben ofsayta 'opsayt' diyen yorumcu duydum. Bir çoğunuz hala 'geri iade' diyorsunuz.
Sanıyorum,I MADE MY POINT! Eğleniyorum aslında futbol programlarını izlerken. Pek bir şey de beklemiyorum. Bir şeyler beklediğim programlar var ama zaten onları da NTVSPOR'da izliyorum. Total futbol 'çetesini' seviyorum. Mavralarına takılıyorum bazen.
As a result-sonuç olarak-futbol programlarının ve yorumcularının, sporla pek bir ilgileri olduğunu düşünmüyorum. Daha ziyade bir REALITY SHOW ve SHOWMAN'ler görüyorum ben bu programlarda. Bir çok programı, bir çok yorumcuyu hiç ciddiye almadığım gibi, yapılanların bir çoğunun, standart zekalara bile hakaret olduğunu düşünüyorum. Yani çok kıymetli FUTBOL YORUMCULARI, ben YEMİYORUM!